Haberler,Hikayeler,İlginç Bilgiler,

    • Resmi Gönderi

    Baştan sona okudum güzel yazmışsın, yalnız bizim orada bu olaya "Karabasan" derler. Yani mana olarak aynı kelime farkı olan bir olay dayı onun mantığı da hiç sanıldığı gibi değil aslında,
    şöyle ki; "Karabasan" denilen olay genelde günlük hayatın iş aş ve ağır yemeklerinin ardından yemekten hemen sonra genelde yatıldığında ve sırtüstü ve kol veya herhangi bir vücudun kan basıncını kıracak yerinin üstüne yatılmasından kaynaklanan bir psikolojik durumdur. aslında fizyolojiktir fakat insanlar bunu peri veya şeytan işi sansa da bu genelde o ortamın da etkisi ile karanlık ve ürkütücü olmasından kaynaklı psikolojik yorgunluğun ve akıldaki sıkıntıların korkuların bir nevi uykudaki yukarıdaki kan basıncında zayıflaması ile dışa vurumu olayıdır. Bu benim başıma da geldi bir kaç kez evde yattığımda hiç unutmam bir sabah vakti ezan okuyordu dışarda ve ben ezana saygımdan kalkmaya çalıştıkça sanki birisi beni yatağa geri itiyordu. Anne anne !!! diye bağırmama rağmen sesim hiç çıkmıyordu. Sanki birisi boğuyor gibi oluyordu ve kıpırdama yeteneğim ortadan kaybolmuştu. Ben de de bir kaç kez bu olay olduktan sonra dayı senin dediğin gibi o saatten sonra internetten araştırmalarım sonucu o gün bu gün sırt üstü yatmamaya çalışırım ve peygamber efedimiz (S.A.V) Sünneti olan yatış pozisyonu olan sağ elin çene alında sağa doğru yatarım ve bu tip konularla da çok şükür karşılaşmadım o gün bu gün.... :D

    • Resmi Gönderi

    Evet dediklerin doğru abim..Beyin zaten ona kanalize oluyor sanırım ve bilinç altı burada devreye giriyor.
    Yanlız dediğim gibi senin de yazdığın gibi,sanki sırt üstü yatarken oluyor..

    • Resmi Gönderi

    Bir büyük hükümdar ve adıda Kanuni Sultan Süleyman.Aklına insanın neler gelebilir?Nekadar güçlü olduğu,büyük bir devlet adamı olduğu,her istediğini elde etmesi[yeterki istesin]Lakin böyle bir insanın domates,patetes yemeden,tütün içmeden bu dünyadan göçtü gitti desek.1800 lü yıllarda patetes 1700 lü yıllardada dometes topraklarımızla tanışmış.
    Tütün ise C.Colomb tarafından keşiflerde bulunmuştur.Yerlilerin yaptıkları ayinlerde içtikleri tütün 1500 de brezilya 1 yıl sonrada ispanyada kullanılmıştır.Önemli bir aileden olan perez tütün içtiğinden engizisyon tarafından ölüm cezasına çarptırılmıştır.

    1601 ve 1605 yıllarında cenevizliler,ingilizler tarafından ticaret yolu olarak kullanılan İstanbul yoluyla bizim topraklarımızla tanışmıştır.
    Tabiki tiryakilik ve içme teknikleri ise bambaşka.Eskiden çubukla içilirmiş ve yanında bulunan kişiye çubuk omuz hizasının altına doğru uzatılırmış.
    Üstten uzatmak büyük ayıp kabul edilirmiş.

    Nargile içenler bilir lakin ne derece ayıptır siz düşünün şimdi yine hoş görülebilir ama eskiden nargile ateşinden sigara yakmak cinayet sebebi olarak kabul edilirmiş.Enfiye çekmek ise popüler onunda yakılmış tütün olduğu malum ilginçlik ise bence bizim enfiye adını kullanmamız(arapça)araplarında burun otu olarak kullanması(Türkçe).Eskidende bizde terslik varmış.
    Duhan vergisi adı altında alınan verginin tahsilatıda bir daha bir ilginçmiş.Halkın peşinde gizlice dolaşır ve süphelilere ateş sorarlarmış,kullanılan eski zincirli çakmağın altında kurşundan osmanlı mührü olmazsa kaçak içici gibi ceza elinize tutuşturulurmuş.

    Kahve olayına bakarsak Türk için kahvenin önemi ise bambaşka,boşuna kahve kültürü denmemiş.Kahve içmenin adabı var pişirmenin adabı usulu var.Bilinen 27 çeşit kahve pişirme tekniği var.Kahvenin bizimle tanışması 1554 olarak biliniyor.Habeşistan ve yemenden gelen kahvenin Türkler yoluylada batıya viyana kuşatması esnasında tanıştırılması geliyor.
    Kahvenin eskiden siparişi ise daha bir alem.Özellikle kahve ustalarına köpüğün ne tarafta olması gerktiğini bile söylemek abesle iştigali.Sade ve şekerli olarak içilen kahveye biz birde orta şekerli eklemişiz.

  • 27722_m.jpg11 yaşında
    Resimdeki Valeria Levitina.Hayali manken olmaktı27723_m.jpg16 yaşında
    Ancak ona kilosundan dolayı manken olamıyacağı söylenirarticle-2250422-1693D8FA000005DC-863_634x442.jpg1994
    Ve 1994'te güzellik yarışmasını kazanır.Ancak bu ona yetmez.Başladığı sıkı diyete devam eder.
    Now-Valeria-sees-a-way-out-of-this-situation-to-move-to-Moscow-where-she-feels-free-and-at-ease.-In-Moscow-Valery-intends-to-appeal-to-the-surrogate-mother-who-gives-birth-to-her-child..jpg1171905-zayifkadin3.jpg
    Yürüyen ceset olarak adlandıran Levitina bir süre sonra ölümcül hastalığa yakalanır.Ve 2013 'te hayata gözlerini yumar.

    :I

    • Resmi Gönderi

    "Ne oldum değil ne olacağım demeli " sözünü özetler bir panaroma... :olmaz:

    • Resmi Gönderi

    MARPUÇCU RÜSTEM EFENDİ
    Olay istanbul'da geçiyor,gerçek bir hikayedir..
    iki öğretmen arkadaş yemek saati için birlikte dışarı çıkıyorlar.günlerden cuma ve matematik öğretmeni namazını devamlı kılıyor ve arkadaşına yemek yedikten sonra cuma namazına gitmeyi teklif ediyor.Edebiyat öğretmeni ise namaz kılmayı bilmediğini ve camiiye pek gitmediğini söylüyor,gitmek te istemiyor.
    Matematik öğretmeni arkadaşını cuma namazına gitmeye ikna ediyor ve etrafındakilere bakarak problem yaşamadan namazını kılabileceğini söylüyor.

    Cuma namazı için camiye giderler.Edebiyat öğretmeni utana sıkıla,sağa sola bakarak namazını kılmaya başlar.Hoca ile farza durduklarında ise yanında bir kişi belirir,öğretmen yanında duran kişinin elbisesine,çoraplarına göz ucuyla bakar ve içinden''şuna bak böyle müslümanlık mı olur?her tarafı pis ve çamur ne biçim insan bu?''diyerek namazını kılmaya devam eder.
    Öğretmen yanında duran kişiyi kafasına taktığından yüzünü de çok merak eder ama göz ucuyla bakmaya çalışsa da anca omzunu görür.Uzun boylu dev gibi bir insan olduğunun farkına varır.
    Yüzünü çok merak ettiğinden''nasıl olsa selam verirken görürüm'' der.Selam verirken iri yarı adamın omuzlarını anca görebilir ama saç sakal karışık bir durumda olduğunu fark eder.Yine temiz olmayan bu kişinin
    durumunu yadırgar daha çok sinirlenir.
    Namazını alel acele kılıp en önce dışarı çıkar beklemeye başlar.Çıkanlar arasında o kişiyi göremeden arkadaşı çıkar "haydi gidelim"der.Edebiyat öğretmeni''sen bekle hele ne biçim insanlar namaza geliyor bak bakalım,böyle namaz mı kılınır?böyle müslüman mı olur?''diyerek arkadaşına çıkışır.Camiden herkez çıkar ama beklediği sakallı iri yarı adam çıkmaz,merakla beklerken hoca kapıyı kapatmaya çalışırken eline sarılır''içeriden birinin daha çıkması lazımdı,bakalım içeri hocam''der.
    Hoca içeride kimsenin olmadığını söyleyip,birde onları içeri davet eder, bakarlar kimse yok,şaşkın bir şekilde arkadaşına birinin olduğunu ve durumununda namaz için hiç müsait olamadığını anlata anlata okula kadar gelirler.Arkadaşı" hayal görmüşsün sen" diyerek birde alay eder.öğretmen kafası karışık bir şekilde derse girer,O şaşkın durumda elinden geldiğince ders anlatır ama aklından da dev gibi adamıi çıkaramaz.
    Aklını tam toplamaya derse adapte olmaya başladığında arkalardan bir ses ''hocam''deyince iyice çileden çıkar,kızar.neden dersi böldüğünü öğrenciye sorar ve öğrencinin elinde tuttuğu yırtık,eski kitabı görür.
    Öğrenci yolda buldum ve müsade ederseniz size göstermek istiyorum der.Gerek yok neymiş o?oku bakalım der.
    Öğrenci okumaya başlar..

    Balkan harbi zamanında marpuçcu rüstem efendi diye biri varmış,marpuç yapar geçimini bu yolla kazanırmış.elinde marpuçunuda tesbih gibi sallayarak dolaşırmış.İri yarı bu dev gibi adam abdesini namazını hiç bırakmazmış.Savaş iyice kızışmış ve herkezi ihtiyaç olduğundan askere çağırmışlar.Rüstem efendide gönüllü savaşa katılmak üzere köyden ayrılmış ve cepheye gitmiş.
    Komutanları genç çocukların yanında bu dev adama sorumluluk verip onların eğitimini de rüstem efendiye bırakmış.günler sonra bunlar da savaşa katılmışlar.rüstem efendi bir elinde marpuçu bir elinde silahıyla ''yürüyün yiğitlerim''diyerek en önde düşmanı yara yara ilerliyormuş.Gençler bu dev adamla olmaktan hem mutluluk hemde güven duyuyorlarmış.Genç askerlerden birisi süngü süngüye savaşırken çok zor durumda kalıyor ve silahını düşürüyor ama düşmanının elinden tutmaya ve direnmeye devam ediyor.Bir ara mücadele ederken Rüstem efendiyi görüyor ve ''yetiş ağam''diyor.Rüstem efendi düşmanı yara yara
    ilerlerken gencin durumunu görüp ''geliyorum yiğidim''diyor.rüstem efendi marpuçunu sallaya sallaya ilerlerken birden gözden kayboluyor,genç hem şaşırıyor hem korkuyor düşmanına direnmeye çalışıyor.ama bu dev adama büyük güven duyduğundan seslenmeye devam ediyor.İyice yorulup düşmanına yenik düşecekken''yettim yiğidim''diyerek,Rüstem efendi gelir bir anda,genci düşmanının elinden kurtarır.
    Genç hem sevinçle hemde şaşkın şaşkın ''ağam nereye kayboldun''diye soruyor.Rüstem efendi gülerek''ezan okundu evlat,namaza gitmem,cemaate katılmam gerekliydi''diyor..
    O zamandan bu zamana hala Rüstem efendinin bazı camii ve mescidlerde namaza geldiği ve görüldüğü söylenir..
    Edebiyat öğretmeni çocuğun lafı biter bitmez ''işte bu adam''diyerek çocukların şaşkın bakışları arasında kitabı çocuktan kapıp, koşa koşa matematik hocasına gider ve yazarı belli olmayan bu eski kitabı gösterir.
    '' oku bak, bana inanmamıştın,bu adam işte''der

    • Resmi Gönderi

    TÜRK YAYI

    Türk yayı ve oku.Tarihin en popüler savaş silahının biz Türklerde olduğunu tüm Dünya biliyor.Seferlerde elde edilen başarıda ise küçük ama etkili olan yaylarımız en büyük etken.Tabi okuduğumuz kadarıyla bu etkili silahı devreye sokan ise Türk savaşçılar ve küçük seri atları.Atlarımız genelde çıplak ve ayaklarla dizlerle yönlerdirilecek kadarda eğitimli,yay ve oklarımız ise at üstünde kullanılmaya müsait küçük ama etkili.

    Çok zor ve meşakkatli olan Türk yayı yapımı ise maalesef bu zamanda en iyi Macarlar tarafından yapılıyormuş buda işin kötü yanı.Macar yay yapımcısı,mesleğinin bu olduğunu ama tarihe baktığında ise Türk yayının çok öne çıktığını ve duyduklarıyla okuduklarıyla merak uyandıran yayı yapmaya başladığını söylüyor.Boğazın bir tarafından öbür tarafına ok atılımış buda efsane değil yayı yapıyorum ve marifetini gördüm diyor.
    Yayın yapımı ise 1 yıldan fazla sürüyor çünkü sadece 1 yıl bekleme müddeti var.
    Yüzünüze bakan yayın içine manda boynuzu tabaka haline getirilip yapıştırma işlemi yapılıyor ve yay için kullanılan ağacın direncini artırıyor.Manda boynuzu en dirençli olan boynuz.Yaya eklenen yine manda aşil tendonu var.Buda bağlantı yerlerinin dayanıklığını artırmada kullanılıyor.

    Tutkal ise özel ve en güçlü olanı.Balık tutkalı..

    Türk -Osmanlı- Yayının yapımında kullanılan tutkal; yayın tüm bileşenlerini birarada tutan,yaya esnekliğini ve yüzyıllarca sürecek mukavemetini kazandıracak olan Dünya'nın en kuvvetli organik yapıştırıcısıdır.
    Tutkalı hazırlamak sabır isteyen bir iştir. Dünya'nın bilinen en iyi ve en kuvvetli organik yapıştırma maddesi balık tutkalıdır. Bir çok çeşidi vardır.
    Tutkal sürülmeden önce tutkalın sürüldüğü yer mümkün olduğunca ılık olmalıdır.
    İyi yapışkan sonuçları için düşük yoğunluk fakat kat kat sürerek tahtanın içine yapışkanın emmesini sağlanır. Tutkalın ve sürüldüğü yerin sıcak olması gerek her zaman.
    Mersin Balığının hava kesesi kullanılır ; Balık hava kesesi (bladder) ince parçalara bölünüp 60-70 derecede sıvılaştırılır sonra kendi halinde soğumaya bırakılır ve soğuk olarak saklanır

    • Resmi Gönderi
    YAY,OKÇULUK DEDİK EKLEYELİM O ZAMAN :thumbup:
    Dördüncü Murad, Üçüncü Selim ve İkinci Mahmud Osmanlı döneminin iz bırakan Padişahları arasındadırlar. Dördüncü Murad iç isyanları bastırma konusunda gösterdiği kararlıkla ve Bağdat'ı fethetmesiyle, Üçüncü Selim ve İkinci Mahmud da daha çok yenilikleriyle ön plana çıkmışlardır. Ama biz burada onları bir başka yönleriyle tanımak istiyoruz. Mesela, Dördüncü Murad'ın iyi bir sporcu olduğunu biliyor muydunuz ?
    İyi kılıç kullanan, iyi ok ve mızrak atan Dördüncü Murad bunu çok çalışmasına ve düzenli olarak spor yapmasına borçluydu. Ağırlık kaldırmada üstüne yoktu ve 260 kiloya yakın gürzlerle idman yapardı. Böyle olunca da pazuları ve kasları oldukça gelişmişti. İri yarı, güçlü kuvvetli bir adam olan Silahdarlık görevinde bulunan Musa Paşa'yı kuşağından kavradığı gibi havaya kaldırıp dolaştırdığı ve hiç yorgunluk duymadığı biliniyor.
    Zamanın Hind elçisi bir gün Dördüncü Murad'a gergedan derisinden yapılma bir kalkan getirir ve bu kalkana kurşun ve ok işlemediğini söyler. Dördüncü Murad bunu denemek ister ve kalkanı uygun bir yere koydurduktan sonra "harbe" adı verilen kısa mızrağı fırlatır. Harbe bu kalkanı deler geçer. Hemen ardından yayıyla gerdiği okunu fırlatır ve kalkanı yine deler. Hind elçisinin mahçubiyetini düşünebiliyor musunuz?
    Derler ki, Dördüncü Murad'ın fırlattığı ok tüfek mermisinden daha hızlı giderdi. Nitekim Okmeydanı'nda fırlattığı ok 706.5 metre uzağa gitmiş, oraya Dördüncü Murad adına bir nişan taşı dikilmiştir.
    Peki ya Üçüncü Selim'le İkinci Murad?
    Dördüncü Murad döneminde belki okçulukta "dünya rekoru" sözü edilmiyordu ama, Üçüncü Selim bu konuda dünya rekortmeni olarak adını tarihe yazdırmayı başardı. 1798 yılında ve Üçüncü Selim 37 yaşında iken yayını ayağı ile gerdirdikten sonra oku fırlatıyor ve bu ok tam 888 metre 86 santim uzağa düşüyor. Bu, "dünya rekoru" olarak tescil ediliyor. Aradan 161 yıl geçiyor ve Amerikalı Don Lauvre Üçüncü Selim'in bu rekorunu kırmak istiyor. Büyük iddialarla herkesi başına topluyor; ayağıyla yayı geriyor, geriyor ve okunu fırlatıyor ama bu ok ancak 856 metre 91 santim uzağa düşüyor. Yani Üçüncü Selim'in fırlattığı mesafeden yaklaşık 32 metre daha az!
    Don Lauvre bir de ayakta atış yapıyor ve bu atışta ok 777 metre 85 santim uzağa düşüyor. Oysa, 1808 yılında Osmanlı tahtına çıkan İkinci Mahmud Amerikan elçisinin de bulunduğu bir törende oku 792 metreye fırlatmıştı.
    Demek ki, oturarak ve ayakta gerdirilen yayla ok atışında dünya rekoru Üçüncü Selim'e, ayakta yapılan atışta da İkinci Mahmud'a ait.
    • Resmi Gönderi

    Bir Güzel konu daha ekkleyelim,

    Yağmur yağarken koşanların daha çok ıslanacağını ileri süren, insanı yağmurda sallana sallana dolaşmaya iteleyen bir görüş ile hiçbir şey fark etmeyeceğini iddia eden bir başka görüş ortada dolanıp durmaktadır.

    Hiçbir şey değişmeyeceğini söyleyenlerin görüşüne göre vücudunuzun bir dikdörtgen olduğunu ve yağmur damlalarının yere dik düştüğünü farz edelim. İster bir yüz metreci gibi hızlı koşun, ister sallanarak yürüyün bir şey fark etmez. Hızınıza bağlı olmadan vücudunuza düşen yağmur tanesi sayısı aynı kalır. Koştukça ön tarafınıza bir saniyede daha çok yağmur tanesi isabet edecektir ama süre kısaldığından toplam sayı ve sonuç değişmeyecektir.

    'Yağmurda yürüyünüz' diyenler ise koşma durumunda yağmur damlalarının aynı sürede daha çok sayıda birikeceğini ve buharlaşmaları için daha az zaman olduğundan üzerimizin daha ıslak olacağını, aerodinamik tesirleri hesaba katarak, düz yürürken üzerimize düşmeyecek düşey damlaların, koşarsak karşıdan gelecekleri için temas edeceklerini, yürürken başımıza düşen damla sayısının koştuğumuz sırada düşenden fazla olamayacağını ileri sürerek 'ahmak ıslatan' diye de tabir edilen hafif yağışlarda yürümeyi öneriyorlar. Tabii burada unutulmaması gereken şey yavaş yürürken bacaklarımızın da çok yağış alacağı.

    'Koşunuz!' görüşüne göre ise, yağmurda koşmakla yürümek arasında, vücudumuza düşen yağmur tanesi miktarı açısından bir fark olmayabilir ama önemli olan başımıza düşen miktardır. Bu nedenle koşarsak süre kısalır ve başımıza düşen yağmur miktarı azalır.

    Yapılan bir deneyde, yağmur karşıdan 45 derece açı ile yağıyorken, bir defter kağıdına aynı mesafe 7 saniyede koşulduğunda 131 damla, 20 saniyede yürünüldüğünde ise 216 damla isabet ettiği saptanmıştır. Buna göre yağmurda yürüyerek gitmek, koşmaya göre neredeyse iki misli ıslanmak anlamına gelmektedir.

    Şüphesiz bu Önermeler yapılırken, rüzgarın yönü, üzerimizdeki giysilerin şekli ve cinsi ve en önemlisi kapalı alana ulaşılacak mesafe göz önüne alınmamış ve değerlendirmeler kısa mesafelere göre yapılmıştır. Uzun mesafelerde hiç şansınız yok, koşabildiğiniz kadar koşun ama en doğrusu yağmur geçene kadar kapalı bir yerde oyalanın.

    • Resmi Gönderi

    CIRCIR BÖCEĞİ ^^ DE DERLER,Seslerini her zaman duymama rağmen ilk dikkatimi çekmesi,iş yerinde bulunan çam ağaçlarının altından bir nevi çürümüş olarak aldığım toprağı eve getirmem di.Bir deve dikeninin saksısını değiştirmek için toprağı kullandım.Epey zaman hatta bir kaç sene geçti üzerinden.Bir yaz günü işten eve geldiğimde,mutfağın sinekliğin de duran Ağustos böceği beni ve evdekileri şaşırtmıştı.Nereden girdiğini bilemediğimiz misafiri candan kovaladık.
    Bir gün sonra eşim çiçekleri sularken deve dikeninin gövdesinde sadece bir şeffaf giysi şeklinde kalan kurumuş kabuğu gösterdi.Gövdeye güzelce tutunmuş,ayakları belli,gözleri belli,hatta tüm kıvrımları belli,içi boş ama sırt ve kafaya yakın yer açık.Saksının toprağında ise bir kalem girecek kadar delik oluşmuş.O zaman bir şeyler anlamaya başladım.Mübarek buradan çıkmış ve uçmuş evrimini tamamlamış.
    100_3422.jpg
    BÖYLE İÇİ BOŞ AĞAÇ GÖVDELERİN DE GÖRMENİZ MÜMKÜN.KENDİ ÇEKTİĞİM FOTOĞRAFLAR DA VARDI,ONLARIDA PAYLAŞAYIM BULURSAM

    AĞUSTOS BÖCEKLERİNİN SESİ VE YAŞAM SÜRECİ
    Bir ağustos böceği (Cicadella viridis), türdeşleri gibi çok gürültücü bir böcektir. Gövdesinin arka kısmında hava kesecikleri üzerine yerleşmiş sağlı sollu iki plak vardır. Ağustos böceği, taş kadar sertleşmiş bu plakları çalarak o çok iyi bilinen sesini çıkarır. Plak, bağlı olduğu kas tarafından çekilip bırakılınca, boş bir teneke kutunun çıkardığı sese benzer bir ses oluşur. Böceğin yaptığı bu çekme-bırakma işlemi saniyede 500 kez tekrarlanır. Göğüs kalkanının karın tarafında bulunan uzantının açılıp kapanmasıyla ses yükselir veya alçalır. İnsan kulağı, saniyenin onda birinden daha kısa süreli açılıp kapanmaları, yani ses kesiklerini fark edemediği için ağustos böceğinin cızırtısı bize sürekli devam ediyormuş gibi gelir.

    Dişi ağustosböceği, uzantılı yumurtlama borusuyla yumurtalarını genç sürgün yarıklarının içine bırakır. Bunlardan altı hafta sonra “nimfa” adı verilen ve erginlere benzemeyen yavrular çıkar. Danaburnuna benzeyen bu yavrular, kazıcı ön ayaklarıyla kazarak gizlenirler. Toprak altında galeriler kazarak köklerini bulur ve öz emerek beslenirler. Yıllarca toprak altında kaldıktan sonra erginleşmek için topraktan çıkar, ağaç gövdelerine tırmanırlar. Amerika’da yaşayan bir türün (Tibicana septendecium) nimfaları 17 yıl sonra topraktan çıkar. Türkiye’de yaşayanlar ise 4 yıl toprak altında kalırlar. Ağaç gövdesine tırmanan nimfalar kısa bir süre sonra sırtlarındaki çatlaktan örtülerini terk ederek iki çift kanatlı olarak çıkarlar. Kısa 3-5 cm boyuna ulaşarak erginleşirler. Başlarında iri iki petek gözden başka alınlarında üç tane de küçük nokta göz vardır,kısa ve sert kıl gibidir. Ön kanatları, arka kanatlardan daha uzun yapılıdır. Çoğu arka bacaklarının yardımıyla sıçrayarak hızla havalanırlar. Gündüzleri yaprak aralarında gizlenirler. Hortumlarını ağaç filizlerine batırıp özlerini içerler. Özellikle söğüt sürgünlerinin özsuyunu emerler.
    Erkek ağustosböceklerinin karınlarının altı sağlı sollu gergin bir zarla örtülüdür. Bunlar bir çift ses çıkarma organıdır. Kas yardımıyla bu zarları titreterek ses çıkarırlar. Dişilerinde ses çıkarma organı yoktur. Eş aramak için öten erkeklerin çıkardıkları bu ses çoğu hayatlarına mal olur. Sesi duyan serçe ve diğer kuşlar, sesin geldiği noktaya hızla inerek ağustosböceğinin kanatlarını koparıp besili vücutlarını yerler. Amerikan yerlileri de ağustosböceklerini kızartarak yerler.
    Ağustosböceklerinin memleketimizdeki en önemli türü ağustosböceği (Hloropsalta viridissima)dir. Güneydoğu Anadolu bölgelerinde bağlara çok önemli zararlar verirler. Çok çeşitleri olup, her türün kendine has bir ötüşü vardır.Ağustos böceklerinin yakınına minik mikrofonlar yerleştirilerek 158 desibellik bir ses çıkardıkları tespit edilmiştir. Bu, bir el bombasının patlamasıyla aynı değerdedir. Eğer böceğin işitme organı karnının uzağında bir kapsülün içinde korunmuş konumda olmasaydı, böcek bu yüksek sesten dolayı sağır olurdu.Eğer mini mini ağustosböceğinin boyu, insanların ses çıkarmak için kullandığı araçlar kadar büyütülmüş olsa, yapılan ince hesaplara göre, çıkaracağı sesle kırılır, duvarlar yıkılırdı.
    Esnek kanatları sayesinde Ağustos böcekleri çok yönlü uçuşlar yapabilirler. Ön kanat aşağı doğru iniş esnasında düzdür; kanat damarlarında baştan sona doğru bir hat geçer. Bu, tek yönlü bir menteşe gibi kanadın dış yarısının, yukarı çıkış esnasında aşağı doğru bükülmesini sağlayarak daha geniş bir hız kazanmasını sağlar.

    • Resmi Gönderi

    FORDUN BÜYÜSÜ.....
    ea5d19a8-189b-41a2-a721-b0b2ea9545d9_image_for_silan_6613096_580x435.jpg
    1985 Model aynı bu renkte; kısa burun bir ford transitimiz vardı. 1987-1997 senelerinde Rami-Eyüp de oturduğumuz yıllarda bu arabada geçti çocukluğum.
    Hele ki bir anım vardı ki, 1996 senesi idi. yaz mevsimiydi ama gün ve ayını hatırlamyorum. Sultangazi eski adının sultançiftliği olduğu yıllarda yeni mahallede bulunan dükkanımızın önünde araba sabit bir vaziyette iken kardeşim ile arabanın içine binmiş, direksiyonu çevirerek araba kullanır gibi çocukluğun vermiş olduğu hisle araba sürme sevdamı bu arabada atarken kardeşim de yanımda muavin yaparken, tam da o esnada dükkanın yanı başında bulunan elektirkçi celal abi bizim yanımıza gelerek: "Çocuklar inin arabadan, oynamayın bak! el frenini indirirsiniz, Allah korusun bir şey olur." demesi ile arabadan bizi indirdi. İndirdi ki; o an kızmıştım da açıkçası çocuk edası ile, oyuncağımızdan uzaklaştırılmıştık açıkçası kardeşim ile.... arabadan indik, 5 dakika geçti geçmedi dükkana girdik babamlar ve bir kaç akraba dükkanda otururken, bir gürültü koptu ki, ama yok böyle bir gürültü....AMAN ALLAHIM!!!!
    Dışarıya bir engame ile fırladık.... Babam annem ve büyüklerimiz tutuşmuş etrafa bakıyorlar.... Aman Allahım! ortalık yangın yeri gibiydi... Bizim ford transit yerinde yok 200 metre ilerde ters dönmüş tekerler bir yerde plakları bir yerde araba darma duman olmuş vaziyette...... :( Annem babam da 5 dakika öncesinde arabada olduğumuzu düşünerek bizi arabada sanmışlar ...sonra hayal meyal annemin eteğini tutarak...Anne ben burayım dediğimi hatırlar gibiyim.... Olay ise tam biz dükkanda oturduğumuz esnada arabaya bir tane sarhoşun arkadan vurması ile( hızını siz düşünün o sarhoşun ) kendi arabası üstü açık arabaya dönmüş ve yanmış vaziyette; bizim ford transit takla atmış ve altında az ilerde oracıkta durakta bekleyen masum bir vatandaş can cekişiyor... o Gün bize zindan olmuştu işin asıl tarafı arabaya sarhoş vurmuş arabamız ters takla atmış tekerler bir yerde camlar bir yerde,ve altında kalan bir masum vatandaş ... ve sonrasında adam kurtuldu. bize vuran araç şöförü polis tarafından göz altına alındı ve karakola götürüldü...gazeteciler dahi geldi düşünün yani .(sanırım TGRT) İDİ. haberlerde de çıktık o gün....
    Bu olayın maddi hasarından çok aslında size vermek istediğim kahramanlık öyküsü şu idi dostlarım; bizi aradaban indien o elektirikçi celal abi eğer :hadi çocuklar inin arabadan" diye kızıp arabadan çıkarmasaydı..
    Belki bugün ben de kardeşim de hayatta değildik. Veya olsak da nasıl olurduk onu bilemem.....
    Yani işin kısa özeti hayatta size kızan bağıran bir büyüğünüze sakın öf bile demeyin... o an kötü gibi gelebilir. Ancak sonrasında iyiliğini elbette göreceksinizdir.
    Misal celal usta gibi... bizi kurtaran adam gibi..... Ne yazıkki geçtğimiz senelerde bu celal abi de Hayatını kaybetmiş, ona da Allahtan rahmet diliyorum akıma gelmişken... Rabbim o iyiliğinin ve amellerinin hürmetine abimizi mekanını cennet eylesin.... AMİN.!!!
    (Evet dostlar bu olay bizzat ben ve kardeşimin 1996 yılında talihsiz ve bir o kadar ders niteliğinde olaydır) yeri gelmişken anlatayım dedim....Sevgiler saygılar foreversystem...

    • Resmi Gönderi

    Bir nasihat etmiş rahmetli diyelim,b in musibetin birinden kurtarmış sizleri abim

    sorma abim valla dönüm noktası orasıymış, aslında Rabbimin hikmeti ki o adama o irade ile orada bizleri görmesini sağlamış işin boyutuna bak hey yüce ALLAHIM!!!

    • Resmi Gönderi

    DELİ HÜSEYİN PAŞA VE İRAN ŞAHININ YOLLADIĞI YAY
    İran Şahı, Sultan IV. Murad Han’a bir çok hediyeler göndermişti. Bunlar arasında bir de yay bulunuyordu. Dünyada bir benzeri olmayan bu yay, son derece sertti ve ancak kuvvetli bir pehlivan bunu gerebilirdi. Padişah bu yayı ellerine alıp incelediler. Hediyeleri getiren İran elçisi sinsi sinsi gülüyordu:-Pek serttir efendim!..dedi.Fakat Murad Han’ın bakışlarını farkedince susmayı tercih etti. Yoksa kellesinden olacağını anladı.
    Padişah, çok kuvvetliydi. Fakat kendisi yayı kurmayı denemeden önce, başkalarını denemek istedi ve :-Bu yayı kim germek diler?...diye sordular. Kimsenin cevap vermesini beklemeden:-Sen gel!..diye nöbetçilerden birini çağırdı. Nöbetçi, genç bir Acemi Oğlanı idi. Mektebi yeni bitirmiş ve çok atak olduğu için, sarayda istihdam edilmişti. Fakat Kılıç ve Hançer kullanmakta mahirdi, yay kullanmamıştı.
    Yayı eline aldı ve derhal germek istedi...Bir...İki...Üç...Kuvvetinin yetemeyeceği bir an bile aklına gelmedi, fakat nafile...Heyecandan al al olup tere battı. Padişah bu “kılıç kıran” fedaiyi feda etmek istemedi:-Durr!. diye gürledi. Askerciğin kalbi neredeyse dura yazdı. Sıkılarak yayı bıraktı. Sultan Murad, kelimelerin üzerine basa basa şunları söyledi:-Acem elçisi meğer gerçek konuşurmuş!...Yayları hakikaten sertmiş.
    Herhalde öz memleketlerinde onu kullanan er yok imiş ki, bize yollamışlar!...Gelecek Cuma öğle den sonra, saraydaki bütün okçular cem olsunlar...Bakalım bu sert yayı kim yumuşa ta...Elçi dahi hazır buluna!...
    Herkes, bilhassa elçi, yarışma gününü iple çekti. Cuma namazından sonra saraya ilk gelen de o oldu. Sinsi tebessümü dudaklarında gene yapışıktı. Herkes yerini aldıktan sonra Padişah da teşrif etti ve murassa tahtına oturdu. Şımarık ve kibirli elçiye karşı, bilhassa öyle yaptı. Yoksa tahta oturmayı pek sevmezdi. Topkapı sarayının en seçme babayiğitleri teker teker huzura gelip yayı germeyi denediler.
    Her biri üçer defa, son kuvvetlerini harcadılar. En son Yeniçeri de muvaffak olamadı. Yeryüzünde titretmedik yürek bırakmayan VI. Murad, bütün heybetiyle doğrulup ayağa kalktı. Seksenlik Şeyhülislam Yahya Efendi’ye baktı:-Hocam...dedi, şu Acem yayını kurmak, ya size, ya bize kaldı. İhtiyar Şeyhülislam tebessüm ediyordu. Padişah ilave etti:-Ve lâkin “Devlet-i Aliyye” topraklarında, bizden gayrı da er olsa gerek!..Elçi, sanki bir meydan muharebesi kazanmışçasına etrafı süzüyordu.Padişah ferman çıkardı:“Bu yayı Ağa Kapısına asasınız!..Dileyen Dilaverler deneye!..Kim ki kurarsa, Huzurumuza çıkarıla!...”Ferman derhal yerine getirildi. Acem Yayı Kışla, kapısına asıldı. Ferman da kapı üstüne asıldı. O günlerde, Saray Baltacıları arasına yeni alınan, deli fişek bir delikanlı vardı. Adı Hüseyin olan bu gence, bir seher vakti çavuşu:-Bre Hüseyin!.. Sen “Deli-Fişek” bir delikanlısın. Bu yayı germek sana zor mudur? Diye takıldı. Birlikte Ağa Kapısına vardılar. Çavuş yayı indirdi ve Deli Hüseyin’e verdi. “Bismillah...Yâ Allah...Yâ Sa’d bin Ebî Vakkas...” diyerek yayı gerince, “şrakk” diye kuruldu. Hüseyin hiç zorlanmamıştı. Çavuşun gözleri parladı. “Boşalt!” deyince de, “şrakkk” diye boşalttı.Bir daha...Bir daha...“Aferin Deli Hüseyin” diyen Çavuş, hemen Padişaha haber gönderdi. Biraz sonra...Babüssaade Ağası, Sultan IV.Murad’a kahvesini sunarken:-Fermanınız kapıda asılı kalmadı Sultanım. Yay kuruldu, Yeniçeri kurtuldu... deyince, Padişah:-Tiz gelsinler... buyurdu.Vakit kaybetmeden Deli Hüseyin’i huzura çıkardılar. Padişah:-Haydi yiğidim!... Allah kuvvet versin...dedi.Hüseyin, heyecanını yenmeye çalışarak yayı gerdi, boşalttı. Sonra tekrar...Sonra tekrar...Sonra Cihan Padişahı sordu:-Adın ne yiğit?-Hüseyin.-Nerelisin?-Bursa, Yenişehir..-Ey Hüseyin! Sendeki kuvvet, adını taşıdığın Hazret-i Hüseyin’in dedesinden geliyor. -Sayenizde Sultanım!...Padişah, sonra emretti:-Tiz Acem elçisine, Lalamıza ve dahi Yahya Efendi Hazretlerine dahi haber salına. Gelmeleri elzemdir. Padişah buyruğu bir saate kalmadan derhal yerine getirildi. Elçi çok korkmuştu. Merakla beklemeye başladı. Sonra Veziriazam yetişti. O da endişeliydi. En sonra Padişah, çok sevdiği ve “Baba” diye hitabettiği Şeyhülislam Yahya Efendi ile birlikte geldiler. Hiç kimse oturmadan seslendi:-Ey Hüseyin!...-Buyur Sultanım.-Çek Besmeleyi!...-Bismillahirrahmanirrahim...Yâ Allah.Elçinin gözleri faltaşı gibi açıldı. O pis ve sinsi gülüşü kayboldu.Elçi:-Sübhanallah...Hayret!...Sübhanallah!...diye söylenmeye başladı.Daha sonra Sultan Murad Han, Deli Hüseyin’i yanlarına çağırarak:-Bir an dahi huzurumuzdan ayrılmayasın!...buyurdu.Sultan IV. Murad Han’ın hassa askeri olan Deli Hüseyin, daha sonra Sultan İbrahim zamanında Kaptan-ı Deryalığa tayin edildi ve Karadeniz’de Rus Kazaklarını mağlup ederek Osmanlı sahillerini emniyet altına aldı. Daha sonra Girit’e Serdar tayin edilerek, uzun süren Girit savaşlarını sona erdirdi.

    Her ne kadar burada bahsedilmesede Deli Hüseyin paşa yayı son kuruşunda yay gücünün etkisine dayanamamış ve kırılmıştır.Ölümü ise hazindir paşanın
    Kendisinden sonra sadrazam olan, saraydaki dönve ve devşirmelerin katkısı ile Köprülü Mehmed Paşa tarafından kendisine rakip olacağı endişesiyle Yedikule zindanlarında hapsettirilmiş ve orada boğdurularak öldürülmüştür.
    Kurduğu yay Topkapı sarayında bulunmaktadır.