Hele korku şeylerini sen seviyorsun, bizide korkutma bakem :thumbup:
Yorumlarına hastayım dayı.Gülümsetmeyi başarıyorsun her zaman beni
Yorum bırakmak için üye olmanız gerekir
Zaten hesabınız var mı? Oturum açın.
Şimdi giriş yapTopluluğumuzda yeni bir hesap için kaydolun. Bu kolay!
Yeni bir hesap oluşturHele korku şeylerini sen seviyorsun, bizide korkutma bakem :thumbup:
Yorumlarına hastayım dayı.Gülümsetmeyi başarıyorsun her zaman beni
KIZILAY MADEN SUYU(Deneyin farkını kendiniz görün)
AFYONKARAHİSAR MADEN SUYU’NUN TARİHÇESİ
Afyonkarahisar Maden Suyu’nun eski devirlerde bilindiğine dair bir belge olmamasına rağmen, su kaynağında yapılan kazı çalışmalarında, 30 metre derinlikte, kalıntılara ve birkaç yüz metre uzunluğunda tahta su yatağına rastlanmıştır. Yine bölge yakınındaki Ablak ve Karaoğlan Hüyükleri’nden çıkan eserlerde, bu bölgenin geçmişinin eski Tunç Dönemi’ne kadar uzandığının bir göstergesidir.
Karahisar maden suyu ile ilgili Osmanlı kaynaklarındaki ilk belgeye 1877 yılında rastlanmış ve belgede maden suyu “ Karahisar Ekşi Su Madeni” olarak belirtilmiştir. O dönemde “ Ekşi Su” olarak bilinen maden suyu, Belçikalı bir hekimin, böbrek rahatsızlığı ve sindirim problemi olan 2. Abdülhamit Paşa’ya tavsiye etmesi ve padişahın bu suyu kullanarak sıkıntılarının geçmesi ile önem kazanmıştır.
1894 (Hicri-1310) tarihinde, Sultan 2. Abdülhamit’in emri üzerine Hamidiye Etfal Hastanesi doktorları tarafından, kaynakta inceleme yapılmıştır.
1896 (Hicri-1312) tarihinde Afyonkarahisar’da bulunan kaplıcalar ve Ekşi su kaynağının işletmesi Maarif’e (Eğitim ve Öğretim Kurumu) bırakılmıştır. Maden suyunun Maarif tarafından işletildiği yıllarda, kaynağın önemini gören, dönemin Bağdat Demiryolu Başkomseri Hayrettin Efendi ve Ziraat Bankası Muhasebe Kalemi çalışanlarından Mehmet Reşad Efendi başta olmak üzere bazı kimseler Ekşi su işletmesini almak istemiş ancak bu istekleri kabul görmemiştir. Maden suyu gelirleri Maarif’e aktarılmaya devam etmiştir.
Maden suyunun ilk tahlili, 1903 yılında padişahın emri ile Tıbbiye Mektebi öğretmenlerinden Kimyager Ali Rıza Bey tarafından yapılmıştır. Tahlil sonuçları ise Tıbbiye Mektebi öğretmeni Dr. Tevfik Vacit (1858-1935) tarafından yazılan 1909 (Hicri-1324) tarihinde basılan “ Telhisi Fenni Tedavi-i Umumi ve Müfredat-ı Tıp” adlı kitapta yayınlanmıştır.
Bu tahlilin yanı sıra 1905 (Hicri-1321) yılında Hamidiye Etfal Hastanesi Sağlık Kurulu’nca bir rapor hazırlanmıştır.
1900 yılında Paris’te yapılan madensuları yarışmasında Karahisar Maden suyu altın madalya kazanmıştır.
Karahisar Maden Suyu’nun dış ülkelerdeki ilk tahlili ise 1906 yılında Fransa Paris’te ‘Laboratoire de Recherches Medicales’ adlı kurumda yapılmıştır. Türkiye’de yapılan tahlil sonuçları ile hemen hemen aynı olan bu maden suyu tahlil sonuçları uzun yıllar esas alınmıştır. Yine Fransa Bordo Üniversitesi öğretim görevlisi Prof. Valter Nice ile bazı Alman ve İngiliz uzmanlar tarafından da tahlili yapılmış ve yayınlanmıştır.
Yıllarca geliri Maarif’e aktarılan Karahisar Maden suyu işletmesi, Sultan Abdülhamit’in emri ile 1900 yılından itibaren Hamidiye Etfal Hastanesi’ne bırakılmıştır. Maden suyunun dolumu ve nakliyesi için bir heyet oluşturularak çalışmalara başlanmış ve İstanbul’da özel şişeler yaptırılmıştır. O dönemde “Ekşi su“ olarak bilinen maden suyu kaynağının yanından geçen İstanbul-Afyonkarahisar Demiryolu, maden suyunun diğer şehirlere aktarılmasını kolaylaştırmıştır.
Şişelenen maden suyunun nakliyesi için 1905 yılında Anadolu Demiryolu Şirketi ile anlaşılmıştır. Bu anlaşmaya göre; boş şişeler için ücret ödenmeyecek, dolu şişe sandıkları için ise tarife üzerinden ücretlendirme yapılacaktır. İstanbul’a sevk edilen maden suyunun dış ülkelere ihracı ise 1906 yılında yapılan çalışmalarla başlamıştır.
İlk yıllarda küçük bir barakada dolumu yapılan maden suyu, 1909 yılında maden suyunu muhafaza edecek bir yer ve yanına karakol inşa edilerek burada çalışacak Mevlevi görevlilerin tahsis edilmesiyle genişletilmiştir. Maden suyu kaynağının üzerine yapılan modern yapılar ise 1920 yılında İstanbul Belediyesi tarafından görevlendirilen Mühendis Selahattin Bey’in çalışmaları ile başlamıştır.
Sultan Abdülhamid’in tahttan uzaklaştırılması ile Hamidiye Etfal Hastanesi’nin etkisi azalmış, hastane isim değiştirerek Şişli Etfal Hastanesi veya Osmanlı Etfal Hastanesi olarak anılır olmuştur. 1912-1913 yıllarında Maarif Nezareti tarafından Karahisar Maden Suyunun, mekteplerin masraflarını karşılamak amacıyla tekrar Maarif’e bırakılması dile getirilir. Ancak Afyonkarahisar’ın bağlı olduğu Hüdavendigar Vilayeti Valisi Azmi Ömer Bey tarafından bir rapor hazırlanarak Karahisar Maden Suyu’nun Şura-yı Devlet kararı ile Şişli Etfal Hastanesi’ne bırakıldığını ve Maarif’e tahsis edilmesinin mümkün olmayacağı belirtilir. Maarif’e bırakılması hususundaki baskıların artması sonucu Dahiliye Vekaleti ‘ Maden suyu gelirleri Mahalli Meşarifler için harcanmak şartıyla İdare-i Hususiye (Özel İdare)’ ye bırakılacaktır’ şeklinde yeni bir karar verir.
Bu yıllarda koyu kahverengi kiloluk şişelere doldurulan ve ağızları porselen kapaklarla kapatılan Karahisar Maden suyu, 24 şişe alan tahta kasalarda at arabaları ile Afyonkarahisar’a getirilmiş ve Uzunçarşı’daki Akosman Mağazası’nda şişesi 100 para, kasası 60 kuruş olarak halka satılmıştır.
Karahisar Maden suyu Özel İdare bünyesinde olduğu için 1913-1926 yılları arasında işletmesi bazı kişi ya da kurumlar tarafından 5 yıl süre ile kiralanmıştır. Karahisar Maden suyu için asıl dönüm noktası ise 17 Ekim 1926 tarihinde Bakanlar Kurulu kararı ile 60 yıllığına, eski adıyla “Hilali Ahmer Cemiyeti” olan Kızılay’a devredilmesi ile olmuştur. Bu tarihten itibaren maden suyu kaynağının işletilmesi yatırım ve reklam çalışmaları ile daha profesyonelce devam etmiş, böylelikle üretim artışı sağlanmış ve yurt çapında satış ve dağıtım daha da genişletilmiştir.
Cumhuriyet ilan edildikten sonra, böbrek rahatsızlığı olan Mustafa Kemal Atatürk, kendisine gönderilen Karahisar Maden suyundan içerek şifa bulmuştur.
1932 yılında Sağlık Bakanı Dr. Refik Saydam, maden suyu ile ilgili çalışmalar yapması için yurt dışından bu konularda uzman olan Su Kaynakları Mühendisi A. Scherrer’ı davet etmiştir. Scherrer yaptığı incelemelerde 3 kaynaktan çıkan ve muhafazaları bozuk olan su tespit etmiş ve bunları bir yerde toplamıştır. Ayrıca Scherrer Sağlık Bakanlığı’na verilmek üzere bir rapor hazırlamış ve bu rapor Almanya İnternationalen Mineralioguellen Zeitung gazetesinde yayınlanmıştır. Yayınlanan bu gazetede; “Türkiye, Avrupa’nın bildiğinden çok daha zengin ve çeşitli maden sularına sahiptir. Bu kaynak itinalı bir şekilde değerlendirilmelidir.” İfadesi yer almıştır.
Karahisar Maden suyuna, 1941 yılında Fransa Paris’te basılan bir kitapta da yer verilmiş, Avrupa’nın en önemli maden suyu olan ‘Vichy’ ile kıyaslaması yapılarak Karahisar Maden suyunun daha üstün vasıfta olduğu belirtilmiştir.
1951 yılında Fransa’dan ithal edilen yeni su şişeleme makinaları ile birlikte yıllık 1 milyon şişe olan üretim 6 milyon adede çıkartılmıştır. Daha önce üretim yetersizliği sebebiyle bazı dış ülkelere ihracatı yapılamayan Karahisar Maden suyunun, yeni gelen makinalarla üretimin artması neticesinde Mısır, Filistin, Romanya, Yunanistan, Bulgaristan ve Kıbrıs’ın istekleri karşılanmaya başlanmıştır.
1920-1930’lu yıllarda Türkiye’de şişe sanayi gelişmediği için, fabrika şişe ihtiyacını Avrupa ülkelerinde bulunan bazı fabrikalardan temin etmiş ve özellikle şişelerin geri dönüşümünün sağlanması için Kızılay tarafından çeşitli basın duyuruları yapılmıştır.
Karahisar Maden suyunun İstanbul’da dağıtımını yapan başbayiliklerinin özelliği ise Afyonkarahisar’lı oluşlarıdır.1950’li yıllardan itibaren İstanbul bayiliklerini Afyonkarahisar’lı Sarısoy, Helvacıoğlu ve Özpınar aileleri yapmıştır.
Maden suyu kaynağının bulunduğu alanda, tesisleşmenin başladığı yıllardan itibaren ağaçlandırma çalışmaları yapılmış, ilk yıllarda teneke barakalarda kalan işçiler için bu yeşil alanlarda lojmanlar yaptırılmıştır. Özellikle 1946-1964 yılları arasında burada çalışan Yüksek Su Mühendisi Memduh Ölçer tesisi ilk modern binalarına kavuşturmuş, yeni su kaynakları bulmuş ve bunun yanı sıra gerek Maden suyu işletmesinde gerekse Gazlıgöl Kaplıcalarında yapılması gerekenleri rapor haline getirmiştir.
1946 yılından itibaren 35 yıl boyunca Kızılay Maden Suyu İşletmesi’nin doktorluğunu yapan, tesiste çalışanların tedavisi yanı sıra civar köylerde yaşayan insanlarında tedavisini sağlayan Dr. Turgut Aktan, bu çalışmalarının karşılığında Kızılay Onursal Üyeliği ve Altın Madalya ile ödüllendirilmiştir.
1972 yılında dönemin Cumhurbaşkanı Cevdet Sunay ve Başbakan Ferit Melen’in ziyaretine kadar devlet adamlarının ilgilenmediği tesislere en son 1984 yılında dönemin Başbakanı Turgut Özal ziyarette bulunmuştur. 1980’li yılların başında Karahisar Maden suyu işletmesi’nin bulunduğu arazinin bir kısmında özel sektöre ‘yap-işlet-devret’ modeli ile kaynak suyu üretim tesisleri kurma izni verilmiştir. Açılışı 1984 yılında Başbakan Turgut Özal tarafından yapılan bu tesisler ilk yıllarda istikrarını korumuş ancak ilerleyen yıllarda bu istikrar bozulmuş ve uzun yıllar tesisler kapalı kalmıştır.2000’li yıllarda Kızılay’a devredilen tesislerde tekrar üretime başlanmıştır.
1950’li yıllarda yıllık ortalama 5 milyon şişe üretime sahip olan Karahisar Kızılay Maden Suyu üretimini 2000’li yıllarda yıllık 400 milyon şişe üretim kapasitesi ile dünyanın önde gelen maden suyu işletmeleri arasında yer alır.
Günümüzde Karahisar Maden Suyu’nun bulunduğu bölgede ağaçlık alanlarla göz dolduran ve insanlarımızın hem termal tedaviden yararlanabilecekleri hem de maden suyundan istifade edebilecekleri tesisler ve oteller mevcuttur.
Kaynak: Hasan Özpunar
Taşpınar Dergisi (Aralık 2012)
Bob Munden öldü ama videoları kaldı..İnnılmaz hız.Sadece yavaş çekimlerde birazda olsa balonları nasıl vurduğunu fark edebilirsiniz..
En güzel videosu da hızının,nişan kabiliyetini deneylerle ispatlandığı bu video :catisma:
GÖVDESİ MEYVE VEREN AĞAÇ--BREZİLYA ÜZÜM AĞACI (JABUTİCABA-MYRCİARİA CAULİFLORA)
Bizim bildiğimiz meyveler ağaçların dallarında olur değil mi ? Bu ağaç görenleri şaşkınlığa uğratıyor çünkü meyveleri gövdede yetişiyor.
Uzaktan bakıldığında sanki ağacın gövdesi böcek istilasına uğramış gibi duruyor.
Arjantin,Paraguay ve Brezilya'da bol miktarda bulunuyormuş reçeli, marmelatı , meyve suyu, likörü, şarap ve sirkesi de yapılıyormuş.
Jabuticaba aşılanırsa 5 yılda meyve vermeye başlıyor, aşılanmazsa 20 yıl kadar beklemek gerekiyor. İki senede bir meyve veriyor , dünyada gövdesinden meyve veren tek ağaç
Üzüme benzeyen meyveleri oldukça da değerli. Çok güçlü antioksidan olduğu belirtiliyor,gövdesinden yapılan astıma iyi geliyor.Kızılderililer arasında çok popülermiş, fazla demir içerdiği için özellikle kızılderili hamile kadınlar, bol bol meyvenin suyunu içiyormuş
Yürüme sanatı,dar ayakkabı
O bayram bana ayakkabı almaya karar verdiler.
Hazır ayakkabı satan mağaza yoktu şehirde. Tek ayakkabı yapan dükkânında
ayakkabıcı çıplak ayağımı bir kartonun üzerine koydu, iyice basmamı
söyledikten sonra ağzındaki kurşun kalemi eline alıp ayağımın çevresini
çizdi.
O ayağımın çizildiği karton benim ayakkabı numaramdı.
Günlerce yeni ayakkabılarımın hayalini kurdum. Babamın anlattığına göre
ayakkabılarım siyah ve bağcıklı olacaktı.
Kapının her çalınışında koştum.
Ayakkabılarım bayramdan bir gün önce geldi, siyah-bağcıklı.
O gün onları giymedim. Bayram gecesi yatağımın altına yerleştirdim yeni
ayakkabılarımı.
Arada bir kalkıp kutusundan çıkartıyor, yere koyuyor, yukarıdan, yandan,
önden bakıp duruyordum. Parlak ve yuvarlak burnunu gecenin karanlığında kim
bilir kaç kez okşadım.
Uyku girmedi gözüme.
Sabahleyin ev ahalisi kalktığında, ayakkabı kutusu kucağımda sandalyede
oturuyordum ben.
Ayakkabımı babam giydirdi.
Ayağıma olmamıştı ayakkabılarım, dardı ve canimi yakmıştı.
Ama bunu babama söylemedim. O 'Sıkıyor mu?' diye sordukça 'Hayır' yanıtını
veriyordum. 'Dar, ayağımı acıtıyor' desem, geri gidecekti ayakkabılarım ve
ayakkabıcının hemen bir yeni ayakkabı yapması olanaksızdı.
O bayram sabahı canım yana yana yürüdüm.
Bir sure sonra acı dayanılmaz oldu.
Dişimi sıktım.
Topalladım.
Soranlara 'Dizimi vurdum' dedim, ama ayakkabılarımın ayağımı sıktığını
kimseye söylemedim.
Doğrusunu isterseniz yaşam dar ayakkabıyla yürümektir.
Kimi zaman, dar bir maaş, kimi zaman sevimsiz bir iş...
Kimi zaman, bir mekan dar ayakkabı olur bize, kimi zaman bir cevre, kimi
zaman bir sokak, ya da bir Şehir...
Kimi zaman, dostluklar, arkadaşlıklar, beraberlikler bir dar ayakkabıya
dönüşür.
Kimi zaman, zamandır dar ayakkabı, geçmek bilmez.
Kimi zaman, zenginlik, kimi zaman başınızı koyduğunuz yastık...
Caniniz yanar.
Topallaya topallaya gidersiniz.
Sonradan öğrendim yaşamın dar ayakkabıyla yürüme sanatı olduğunu...
ALINTIDIR
Adolph ve Rudolph
Ikinci Dünya Savasi'nin hemen öncesinde Almanya'da bir kasaba
Herzogenerauch'ta iki kardes ayakkabi yapip satmak üzere bir atölye açarlar; Adolph ve Rudolph Dassler.
Savas sonrasi Adolph, Rudolph'a artik birlikte çalismak istemedigini,
kendine ayri imalathane açacagini söyler. Rudolph saskindir. Ufacik kasabada iki kardes ayri imalaethanelerde rekabet edeceklerdir.
Kardesine bunun mantikli olmayacagini, bu ufak kasabada zaten insanlarin sayili ayakkabi satin aldiklarini, ikisinin birden iflas edecegini söylese de Adolph bu uyariyi dikkate almaz ve kendine yeni bir ayakkabi imalatahanesi açar.
Gerçekten de aralarinda kiyasiya bir rekabet baslar. Rekabetleri dogduklari kasaba sinirlarini dahi asar. Iki kardes ayrildiktan sonra birbirlerine küsmüslerdir ve Adolph 1978 yilinda öldügünde tam 29 yil darginlardir. Bugün iki firmanin genel merkezi de bu ufak kasaba Herzogenerauch'tadir.
Adolph Dassler'in ayakkabi sirketinin adi ADIDAS, Rudolph'un ki ise PUMA'dir
DOMATES
Genellikle meyveler çiğ olarak (tabii yıkandıktan sonra), sebzeler ise pişirildikten sonra yenilir. Bu da bazı yiyeceklerin meyve mi, yoksa sebze mi olduklarına dair karışıklıklara yol açar. Örneğin domates salatada çiğ olarak yenilebilir, bunun yanında tencere yemeği olarak dolması da yapılır. Bu durumda domates meyve midir, yoksa sebze mi? Genel kanının ikincisi olmasına rağmen aslında domates bir meyvedir.
Çarşı, pazar anlayışına göre, tabiatta bulunduğu şekilde yenilen ve tadı tatlı olan yiyecekler meyvedir. Çarşıda, pazarda, marketlerde elma, çilek, üzüm ve muz meyve olarak kabul edilirlerken, taze fasulye, domates, kabak ve patates, sebze reyonlarında bulunur.
Ancak bilim insanları, yani botanistler, sebze-meyve ayırımını böyle yapmıyorlar. Onlara göre meyve, içinde etli veya kuru, çoğunluğunu çekirdek diye adlandırdığımız, kendi tohumu veya tohumları bulunan yiyecektir. Bu tanıma göre kayısı, şeftali, üzüm, taze fasulye, domates, salatalık (hıyar) ve benzeri gıda maddeleri teknik olarak meyvedir. Yani kısaca çekirdeği olan tüm yiyecekler meyvedir. Geriye kalanlar, yani patates, havuç, şalgam, soğan, sarımsak gibi bitki kökleri, lahana, marul gibi bitki yaprakları, hatta aslında bir çiçek olan karnabahar bile birer sebzedir.
Bu arada belirtmekte fayda var; biz bitkilerin değişik kısımlarını yeriz. Örneğin, maydanoz yetiştiği bitkinin yaprak kısmı iken, karabiber ağacın meyvesi, tarçın kabuğu, susam ise bitkisinin tohumudur.
Teslayı buraya ekleyelim,
Tesla ve buluşları Tesla öneml üç ödülde almıştır (1916) (1893)(1934)
20. yüzyılın en büyük dahilerinden Nikola Tesla ölüm yılı olan 1943 yılında 700 buluşuyla dünyanın en çok patent sahibi olan kişisi ünvanını almıştı.
Florasan lambayı, neon ışıklarını, hız ölçeri, otomobillerdeki ateşleme sistemini, radarın temellerini, elektron mikroskobunu ve mikrodalga fırını da Nikola Tesla’nın icat ettiğini bilen sayısı sınırlıdır. Nikola Tesla’ya göre bu doğru akım uygulanan doğru sistem değildir. Hem jeneratör (üreteç) hem de motordaki komütatörü ortadan kaldırmak ve alternatif akımı tüm sistemde kullanmak daha akla uygun gelmekteydi. Fakat hiç kimse alternatif akımda çalışabilen bir motoru oluşturmamıştı ve Nikola Tesla bu sorunu çok düşündü.
1882 Şubatında, Budapeşte’nin bir parkında Szigetti adında bir sınıf arkadaşı tüm elektrik endüstrisinde devrim yapacak olan “dönen manyetik alan”ı bulmuştu. Dönen elemana bağlantı gereği olmayacaktı. Komütatör yoktu artık. Daha sonradan tüm alternatif akım elektrik sistemlerini tasarladı. Alternatörler, elektrik enerjisinin ekonomik iletimi ve dağıtımı için gerilim yükseltici ve alçaltıcı transformatörler ve mekanik güç sağlamak için alternatif akım motorları.
Dünyanın her tarafında harcanıp giden su gücünün bolluğundan esinlenip, gerekli olan yerlere enerji dağıtabilen hidroelektrik santralleriyle bu büyük gücün elde edilmesini tasarladı. Budapeşte’de “Bir gün Niagara Çağlayanını elektrik elde etmek için kullanacağım” diyerek dinleyenleri şaşırttı.
@Lvnt00 gaz verdi @Sinan reis depikledi buraya eski püskü birşeyler yazmak şart oldu ^^
Kar sever olarak en büyük yetenek "kayık kaymak" yani dizler bükülerek yokuş bir bölgeden aşağı inmektir....Ne zevktir ne zevk anlatılamaz :thumbup:
Evimizin arkası taş duvar arkası yokuştur eskiden bomboştu ve en aşağıda dere yatağı ve sonrası kuyu..Bizim taş duvardan aşağı o kesimde en az 4-5 yer yapılırdı kaymak için..İlk karda herkes ayaklarını bitişik tutarak ve kısa adım atarak kar ezerdik..Sırayla değil gönüllü herkes bu hareketi aynı alanda yapardı..Kar ezilir ve ilk seferler icra edilirdi amaaaa biraz zor olurdu..Henüz kayak yolu Hem düz değil,hemde şimşir(sert,parlak,karla buz arası diyelim)hale gelmemiş olurdu..Bir kaç sefer çökerek iterek ellerde bir karıştan uzun sopalarla ittirerek aşağıya kadar inilirdi..
İşte en iyi kayak malzemesi aşağıdaki naylon ayakkabı
Genelde genç kadın ve kızlar,gelinler giyerdi ve yazlıktı..Kışın ise bizim gibilerin oyuncağı olurdu ^^ Oda ayrı bir hikaye aslında..Ayakkabı yeni olmayacak eski olacak,altında diş olmayacak varsa da biz sağa sola sert zemine sürte sürte dişleri yok ederdik.(SONRA MI? YA DAYAK ,YA FIRÇA)
Bu yoksa mutlaka dişsiz alem yemenisi olacak oda eski ve dişsiz olmalı
Lakin tercih hep en iyi olarak naylon bayan ayakkabısıydı.Birde herkeste olmayan potin yani kösele ayakkabı.Onunlada iyi kayılırdı ama bulmak zordu..
Seferler artar ezilen ve azda olsa sulanan kayak yolu uçak pistine dönerdi..Ayaktan koşarak gelip kayak yoluna oturarak çok iyi hıza ulaşılır ve en aşağıya uzağa kim varacak diye iddialar başlardı..
Arka arkaya tutunarak yola düşmek ise eğer denge varsa sizi en aşağı alana götürürdü..Kalabalık olduğunda ağırlık artınca hızda çok olurdu..
Sabahtan öğleye,öğleden Akşama kadar süren eğlence hava kararınca son bulurdu ama sadece bir iki saat..Ne zaman baba camiye gitse eveden kaçılır arkadaşlarla yine o kayak yolunda tantana başlardı..
Bizim oradan köy fırınına giden bir kişilik yol diyelim vardı ve kadınlar her zaman bizi sabote ederlerdi haklı oklarak..Çünkü kayak yolundan geçmek hele hele sırtında ekmeklerle dolu olan tekneyle geçmek çok zordu.
Herşeyin düşmanı var kayak yolunun düşmanı da fırın külüydü..O kül eğer bir kürek değil bir avuçta olsa oradan geçmek imkansızdır..Hızla gelirsiniz küle yapışır uçarsınız :D Külün üzerine kar ve tekrar ezme işi yapardık geceleri..Çok geç saatlere kadar seslerimiz duyulurdu..Baba zaten camiden direk odaya geçerdi..Anneler idare ederlerdi bizleri..Baba odadan dönmeden eve kapağı atardık lakin önce köy fırınına giderdik..Kıçımızı paçamızı ellerimizi ısıtmak kurutmak gerekliydi..Eve mümkün olduğunca kuru dönmek şarttı..Fırının altı insanın yüzüne vuran saman(fışkı)közü olur..İnanın açarsınız sadece simsiyah ve azda olsa sıcaklık veren bir şey görürsünüz..Ne zamöan küreği sokar karıştırırsanız o zaman sıcağın,ışığın kırmızının ne demek olduğunu görürsünüz..Anında yanından daha uzağa kaçarsınız.
Bu bizim işimizdi..Yılmadan bıkmadan ve hergün zevkle yaptığımız ve zamanımızın en iyi aktivitesiydi..
Sağlıcakla yeni hatıralara diyelim ..Yazan olursa iyi de okur sayılırım
Dayı o adamların kafası nerede :kahretsin: :rofl: :çokiyi:
Dayı o adamların kafası nerede :kahretsin: :rofl: :çokiyi:
Len beni köyden mi sürdürecen :ehuehu:
Çok kısa komik bir anı
Geçmiş zaman içinde Esenler den Arnavut köye bir arkadaşım la minibüs ile giderken
Yolda içinde olduğumuz minibüs Toros marka araca arkadan çarptı
Şoför aşağı inde kapılar kaplı ben hemen kapıyı açıp aşağı indim olma müdahele ettim
Abi Araç ta bisey yok Arnavut köyde yolcular saygı inince bakarsınız dedim yola devam
Adam Arnavut köye gelmeden Bizim minibüsü durdu
Ve şu Dur Burdur söyleniyor dedim hacı abi
Arabanda bu kaza ile ilgili hiç bir sıkıntı yok dedim hacı abi kızdı bisey Yoksa Allah belanı versin dedi
Herkez arabasına binip devam edecekti
Ben o laftan sonra arkadami dönüp gidiyim dediğim de yere düştüm yanımdaki arkadaş la o kadar çok güldük ki halen güleriz
Adam ne beddua etti hemen tutdu diye
Anında etki etmiş :ehuehu: :rofl:
Dünyanın En Şaşırtıcı 10 Doğa olayı Ve Oluşumları
Bir bilgi de tarihi çok eski olmasa da pek duyulmamış iki ülke ticaretinden.Bulgaristan göçmeni abimiz anlatmıştı
Japon'ya senelerce Bulgaristan'da üretimi yapılan Forklift(portif-fortif-portlift yada adı herneyse )lerin hemen hemen hepsini satın alıyormuş.Bulgaristan ise Japonya gibi bir ülkenin kendi üretimlerini almasından epey hoşnutmuş.Bu uzun yıllar devam edince Bulgar yetkililer bir araştırma yapmak gereğini duymuşlar.Yapılan araştırma sonucu ise epey ilgi çekici olmuş.Japon'ya aldığı forkliftleri,ezerek,parçalayarak atıl bir vaziyette hurda işlemine tabi tutuyormuş..İşin özü daha sonradan meydana çıkmış
Bulgaristan kurşun madeni yönünden çok zengin bir durumdaymış ve ülkede bu maden çok fazla olduğundan forkliftlerin denge ağırlıklarını döküm değilde elinde fazlaca olan kurşundan yapıyormuş.Japonya'da hiç ihtiyacı olmadığı halde her zaman kurşun yüzünden bu üretilen malları alıyormuş..Madenin değerini çok geçte olsa anlayan Bulgar yetkililer döküm ağırlıklara başlamışlar ama ilk ürettikleri mallar Japonya'nın ticareti sonlandırmasıyla ellerinde patlamış