Haberler,Hikayeler,İlginç Bilgiler,

    • Resmi Gönderi

    Hayırlı olsun , Elimden geldiğince bir şeyler ekleyeyim buraya,diğer arkadaşlar da katkıda bulunur.
    Bu konuya ilginç bilgiler de atarım arada,yada atarız hep beraber.

    • Resmi Gönderi

    Eski arşivimden hemen ekleyeyim..Gerçek kahramanın hası da böyle atalarımızdır,Allah mekanlarını cennet eylesin
    BAŞLAYALIM BAKALIM BAKALIM

    AZMAN DEDE
    Azman Dede Balıkesir`de son gömdüğümüz Çanakkale gazisi İvrindi'nin Mallıca köyünden 104 yaşında Azman Dede idi. Gençliğinde iki metreyi aşkın boyu,dev görünümüyle
    insan azmanı sayılmış herkes ona azman demeye başlamış,soyadı kanunu çıkınaca da Azman soyadını almıştı. Esas ismi adeta unutulmuştu.Yıllar önce bir yerel araştırma
    sırasında Mallıca köyü kahvesinde kendisiyle görüştüm. Kulakları ağır işitiyordu. Köylülerden biri yardımcı oldu. Benim sorduklarımı kulağına bağıra bağıra söyledi.
    Onun sesine alışkın olduğundan anladı. Sordukları mı cevapladı . Söz Çanakkale`ye geldiğinde o koca ihtiyar sarsıla sarsıla, hıçkırıklar içinde ağlamaya başladı.
    Kendi zor duyduğu için kan çanağına dönen gözleriyle bize de duyurmak için bağıra bağıra anlatmaya başladı : -"Bir hücum sırasında bölük erimişti.
    Yüzbaşı telefonla takviye istedi. Gece yarısı siperleri takviye için istediğimiz askerler geldi. Hepsi askere alınmış gencecik insanlardı.
    Ama içlerinde daha çocuk denecek yaşta üç-dört asker vardı ki hemen dikkatimizi çekti. Bölüğü düzene soktum.Yüzbaşı gelenlerle tek tek ilgileniyor, karanlıkta
    el yordamıyla üstlerini başlarını düzeltiyor, sabah yapılacak olan süngü hücumuna hazırlıyordu..
    Sıra o çocuklara geldiğinde, o cıvıl cıvıl şarkı söylerek gelen çocuklar birden çakı gibi oldular. Yüzbaşı sordu; "Yavrum siz kimsiniz?",içlerinden biri;
    Mektebi Sultani talebeleriyiz Vatan için ölmeye geldik!.." diye cevap verdi. Gönlüm akıverdi o çocuklara. Bu savaş için çok küçüktüler. Daha süngü tutmasını bile bilmiyorlardı.
    Onlarla ilgilendim. "Mermi böyle basılır. Tüfek şöyle tutulur. Süngü böyle takılır. Düşmana şöyle saldırılır!.." diye. Onları karşıma alıp bir bir gösterdim.
    Siperlerin arkasında ay ışığında sabaha kadar talim yaptık.Gün ışımadan biraz dinlensinler diye siperlere girdik. Ortalık hafif aydınlanır gibi olunca hep yaptıkları gibi
    düşman gemileri gelip siperlerimizi bombalamaya başladı lar. Yer gök top sesleriyle inliyordu.Her mermi düştüğünde minare gibi alevler yükseliyor birgün önce ölenlerin
    kol, bacak, el, ayak gibi parçaları havaya kalkan toprakla siperlere düşüyordu. Mermiler üzerimizden ıslık çalarak geçiyordu.
    Siperler toz duman içinde kalmıştı. Bir ara yüzbaşı "Azman yandık!.." diye siperin köşesini işaret etti. O şarkı söyleyerek sipere gelen, sanki çiçek toplarm ış gibi neşeli olan
    o çocuklar siperin bir köşesinde sanki bir yumak gibi birbirine sarılmış tir tir titriyorlardı. Çocuklar harbin gerçeği ile ilk defa karşılaşıyorlardı,ürkmüşlerdi.
    Yüzbaşı yandık demekte haklıydı. Muharebede bir ürküntü panik meydana getirebilirdi. Tam onlara doğru yaklaşırken içlerinden biri avaz avaz bir marş söylemeye başladı!..
    Annem beni yetiştirdi bu yerlere yolladı Al sancağı teslim etti Allah'a ısmarladı Boş oturma çalış dedi hizmet eyle vatana Sütüm sana helal olmaz saldırmazsan düşmana
    Baktım hemen biraz sonra ona bir arkadaşı daha katıldı. Biraz sonra biri daha... Marş bitiyor yeniden başlıyorlar. Bitiyor bir daha söylüyorlar.Avaz avaz!..
    Gözleri çakmak çakmak... Hücum anı geldiğinde hepsi süngü takmış, tüfeklerine sımsıkı sarılmış, gözleri yuvalarından fırlamış dişler kenetlenmiş bekliyorlardı .
    O an geldi. Birden yüzbaşı "Hücum!.."diye bağırdı. Bütün bölük, bütün tabur, bütün alay cephenin her yerinden fırladık.
    İşte tam o anda, tam o anda, o çocuklar kurulmuş gibi siperlerden fırlayıverdiler. İşte o an. Tam o an bir makinalı yavruları biçiverdi. Hepsi sipere geri düştüler.
    Kucağıma dökülüverdiler.Onların o gül gibi yüzleri gözümün önünden gitmiyor.
    Hiç gitmiyor!.. İşte ben ona ağlıyorum, o çocuklara ağlıyorum!.."Azman dede ağlıyordu. Ben ağlıyordum.
    Kahvede kim varsa ağlıyordu.Kahveci gözyaşları içinde bize :çay: getirdi.
    Eğildi;"Azman dede hep ağlar. Niye ağladığını bugün ilk defa anlattı
    ."
    Dedi.
    Alıntıdır.

    • Resmi Gönderi

    Azman dede hastasıyız dede :D:D :lol:

    :catisma: :roketatar: Allah onlardan razı olsun,bizler zaten razı ve duacıyız :thumbup:

    • Resmi Gönderi

    Belki çoğumuz bu sözün nereden geldiğini bilir.Bilmeyenler de öğrenmiş olur.Allah herkeze Halilibrahim bereketi nasip etsin,diyelim yazımızı okuyalım :thumbup::thumbup:

    HANİ DERLER YA HALİL İBRAHİM BEREKETİ
    Vaktiyle birbirini çok seven iki kardeş varmış....
    Büyüğü Halil....
    Küçüğü ise İbrâhim...
    Halil, evli çocuklu.
    İbrahim ise bekârmış...
    Ortak bir tarlaları varmış iki kardeşin...
    Ne mahsul çıkarsa, iki pay ederlermiş.. Bununla geçinip giderlermiş...
    Bir yıl, yine harman yapmışlar buğdayı. İkiye ayırmışlar....
    İş kalmış taşımaya....Halil, bir teklif yapmış :
    İbrahim kardeşim ; Ben gidip çuvalları getireyim. Sen buğdayı bekle. - Peki abi demiş İbrahim...
    Ve Halil gitmiş çuval getirmeye....
    O gidince, düşünmüş İbrahim:
    - Abim evli, çocuklu. Daha çok buğday lazım onun evine Böyle demiş ve, Kendi payından bir miktar atmış onunkine...
    Az sonra Halil çıkagelmiş.
    - Haydi İbrahim...! Demiş, önce sen doldur da taşı ambara. Peki abi...!
    İbrahim, kendi yığınından bir çuval doldurup düşer yola..
    O gidince, Halil'i düşünür bu defa: Der ki:
    - Çok şükür, ben evliyim, kurulu bir düzenim de var. Ama kardeşim bekâr. O daha çalışıp, para biriktirecek. Ev kurup evlenecek. Böyle düşünerek, Kendi payından atar onunkine birkaç kürek.....
    Velhasıl , biri gittiğinde, öbürü, kendi payından atar onunkine. Bu, böyle sürüp gider.....
    Ama birbirlerinden habersizdirler.
    Nihayet akşam olur. Karanlık basar. Görürler ki, bitmiyor buğdaylar. Hatta azalmıyor bile....
    Hak teala bu hali çok beğenir.
    Buğdaylarına bir bereket verir, bir bereket verir ki ...Günlerce taşır iki kardeş bitiremezler. şaşarlar bu işe...
    Aksine çoğalır buğdayları. Dolar taşar ambarları.
    Bugün "Bereket" denilince, bu kardeşler akla gelir.
    Bu bereketin adı : Halil İbrahim bereketidir...


    ALLAH HEPİNİZE HALİL İBRAHİM BEREKETİ VERSİN :thumbup::thumbup:
    • Resmi Gönderi

    Bir gerçek kahraman bir gerçek hikaye daha paylaşayım..
    Murat Bardakçı'yı tanırsınız mutlaka,peki babası İlhan Bardakçı'yı?
    Okuyunca hem "vayyy bee" diyeceksiniz,hemde iç geçirip üzüleceksiniz :/:/
    IĞDIRLI HASAN ONBAŞI 57
    İlhan BARDAKÇI dan IĞDIRLI HASAN ONBAŞI 57 yıldır Mescid Ül Aksa nöbeti !!
    Osmanlı ordusu Kudüs'ten çekilirken(9 Aralık 1917) Mescid-i Aksa'yı koruması
    için nöbetçi bırakılan Onbaşı Hasan'ın yürekleri titreten öyküsü...

    Tam 57 yıl nöbetine sâdık kalan Osmanlı askerini, merhum tarihçimiz
    İlhan Bardakçı 1972 yılının 12 Mayıs günü Mescid-i Aksa'nın
    merdivenlerinde görür ve yıllar sonra bu inanılmaz karşılaşmayı kaleme
    alır. Sayesinde haberdar olduğumuz canlı tarih âbidesini şöyle dile getirir rahmetli tarihçimiz:

    O’na Mescid Ül Aksa'da Rastladım.

    Mevki: Kudüs.

    Mekân: Mescid ül Aksa.

    Tarih: 21 Mayıs 1972 Cuma.

    Ben ve gazeteci arkadaşım rahmetli Said Terzioğlu, İsrail Dışişleri
    rehberlerinin yardımı ile bu mübarek makamı dolaşıyoruz.

    Kudüs Kapalı Çarşısı'nda rüzgâr gibi dolanan entarili
    kahvecilerin ellerindeki askılara çarpmadan biraz yürüdünüz mü,
    önünüze çıkan kapı sizi Mescid ül Aksa'nın önüne
    kavuşturur. Mir'ac mucizesinin soluklanıldığı ilk Kıble'mize
    yani... Hemen oracıkta, ilk avlu vardır ki, hâlâ bizim
    lâkabımızla anılır. "12 bin şamdanlı avlu" derler oraya.
    Yavuz Selim 30 Aralık 1517 salı günü Kudüs'ü devlete
    katmıştır da, ortalık kararmıştır. Yatsı namazını o avluda
    kılar. Kendisi ve bütün ordu beraber. Şamdanları yakarlar. Tam 12
    bin şamdan... O isim oradan kalmadır. Sekiz on basamaklı geniş
    merdiveni adımladınız mı, o mukaddes Mescid'in bağdaş kurduğu
    ikinci avluya ulaşırsınız.

    O'nu o merdivenin başında gördüm. İki metreye yakın bir boy.
    İskeletleşmiş vücudu üzerinde bir garip giysi. Palto?.. Hayır,
    kaput, pardesü veya kaftan? Değil. Öyle bir şey, işte.
    Başındaki kalpak mı, takke mi, fes mi? Hiçbirisi değil. Oraya
    dimdik, dikilmiş. Yüzüne baktım da, ürktüm. Hasadı yeni
    kaldırılmış kıraç toprak gibi. Yüzbinlerce çizgi, kırışık
    ve kavruk bir deri kalıntısı.

    Yanımda İsrail Dışişleri Bakanlığı Daire Başkanı Yusuf var.
    Bizim eski vatandaşımız. İstanbullu. "Kim bu adam?" dedim.
    Lâkaydi ile omuz silkti. "Bilmem," diye cevap verdi. "Bir meczub
    işte. Ben bildim bileli, yıllardır burada dururmuş. Çakılı gibi,
    hâlâ duruyor ya... Kimseye bir şey sormaz. Kimseye bakmaz, kimseyi
    görmez."

    KAN MI ÇEKTİ NEDİR?

    Nasıl, neden, niçin hâlâ bilmiyorum. Yanına vardım. Türkçe
    "Selâmünaleyküm baba" dedim.
    Torbalanmış göz kapaklarının ardında sütrelenmiş gibi jiletle
    çizilmişçesine donuk gözlerini araladı. Yüzü gerildi. Bana,
    bizim o canım Anadolu Türkçemizle cevap verdi:

    - Aleykümüsselâm oğul...

    Donakaldım. Ellerine sarıldım, öptüm öptüm...

    - Kimsin sen, Baba? dedim.

    Anlattı ki, ben de size anlatacağım.

    Ama evvelâ biliniz. O canım Devlet çökerken, biz Kudüs'ü 401
    yıl 3 ay 6 günlük bir hâkimiyetten sonra bırakırız. Günlerden 9
    Aralık 1917 Pazar günüdür. Tutmaya imkân yok. Ordu bozulmuş,
    çekiliyor, Devlet, zevalin kapısında. İngiliz girinceye kadar
    geçen zaman içinde yağmalanmasın diye oraya bir ardçı bölük
    bırakırız. Âdet odur ki; kenti zabteden gâlip, âsâyiş görevi yapan
    yenik ordu askerlerine esir muamelesi yapmaz.

    Anlattı, dedim ya. Gerisini tamamlayayım.

    - Ben, dedi, Kudüs'ü kaybettiğimiz gün buraya bırakılan
    ardçı bölüğünden...

    Sustu. Sonra, elindeki silahın namlusuna sürdüğü fişekleri
    ateşler gibi zımbaladı:

    - Ben, o gün buraya bırakılmış 20. Kolordu, 36. Tabur, 8.
    Bölük, 11. Ağır Makinalı Tüfek Takım Komutanı Onbaşı Hasan'ım...

    Yarabbi. Baktım, bir minâre şerefesi gibi gergin omuzları
    üzerindeki başı, öpülesi sancak gibiydi...

    Ellerine bir kerre daha uzandım. Gürler gibi mırıldandı:

    - Sana, bir emânetim var oğul. Nice yıldır saklarım. Emâneti
    yerine teslim eden mi?

    - Elbette, dedim, buyur hele...

    Konuştu:

    - Memlekete avdetinde yolun Tokat Sancağı'na düşerse... Git,
    burayı bana emânet eden kumandanım Kolağası (Önyüzbaşı) Musa
    Efendi'yi bul. Ellerinden benim için bus et (Öp). O’na de ki...

    Sonra, kumandanı olduğu takımın makinalısı gibi gürledi:

    - O'na de ki, gönül komasın. O’na de ki, "11. makinalı takım
    Komutanı Iğdır'lı Onbaşı Hasan, o günden bu yana,
    bıraktığın yerde nöbetinin başındadır.
    Tekmilim tamamdır kumandanım" dedi dersin...

    Öleyazdım.

    Sonra yine dineldi(doğruldu). Taş kesildi. Bir kez daha baktım. Kapalı
    gözleri ardından, dört bin yıllık Peygamber Ocağı ordumuzun
    serhat nöbetçisi gibiydi. Ufukları gözlüyordu. Nöbetinin
    başında idi. Tam 57 yıl kendisini unutuşumuzdaki nâdanlığımıza
    rağmen devletine küsmemişti…

    YILLAR SONRA

    Bu hatıramı, TV'deki uzun dizimin birisinde anlattığım vakit,
    zamanın Genelkurmay Başkanı beni aramıştı. "Bu aziz askeri
    bulmak için" aracı olmamı istiyordu. Hasan Onbaşı bizdendi... O
    halde unutulmak kaderi idi. Öyle de oldu zaten. Aramadık ki,
    bulalım.
    Bulunamazdı zaten. O ki, göklere başvermiş bir ulu selvi idi. Ve
    bizler ki, başımızı kaldırmış olsak bile, uzandığı feza
    ufkuna yetişemeyecek cılız otlara dönüşmüştük. Biz, sadece
    unuturduk. Unuttuğumuz diğerleri gibi o nöbet noktasındaki elmas
    mânâyı da unutmuştuk... Bilmem şu an ne yapıyorsunuz sevgili dostlar. Ben sizlere Onbaşı Hasan’ı takdim ederim


    Evet arkadaşlar,bizde Allah bir,öz,söz birdir :thumbup:

    • Resmi Gönderi

    İlk paylaştığımda seneler önce herkes veryansın etmişti..Şimdi gerçekten bende yine ağladım :/:/

    :kene: :kene:

    • Resmi Gönderi

    dayı onbaşıyı unutmuşlar diyarında ben ne edem hem de yıllarca unutulakalmış da bir gün devletine küsmemiş duygulandım kendi halim aklıma geldi....

    • Resmi Gönderi

    dayı onbaşıyı unutmuşlar diyarında ben ne edem hem de yıllarca unutulakalmış da bir gün devletine küsmemiş duygulandım kendi halim aklıma geldi....

    Etkilenmemek elde değil abim..Bizlerde yöneten kim olursa olsun devletimize sırt çevirmeyiz.Kişiler gelir gider

    • Resmi Gönderi

    Üyelerimizin belki de hiç duymadığı,yada çok azımızın bildiği bir konu daha :thumbup:
    Gün ve Ay İsimleri
    Tavla oynayanlar Farsça altıya kadar saymasını bilirler (yek, du, se, cihar, penç, şeş). Şimdi de yedi sayısını öğreniyoruz. Farsça yedi 'heft' dir (veya hefte).
    Yedi günlük 'hafta' ismi de buradan alınmıştır.
    Halen Türkçe'de kullandığımız gün isimlerinin kökenlerinin neler olduklarını biliyor musunuz?

    Cuma .......Arapça......(toplama, toplanma)
    Cumartesi-----Arapça......(ertesi - Türkçe)
    Pazar........Farsça.......(ba = yemek, zar = yer)
    Pazartesi.....Farsça.......(ertesi - Türkçe)
    Salı.........İbrânice.....(üçüncü)
    Çarşamba....Farsça........(cehar şenbe = dördüncü gün)
    Perşembe....Farsça.......(penç şenbe = beşinci gün)

    Günümüzde kullandığımız ay isimlerinin geldikleri yerler de karışık. Hicri takvimdeki Arabi ay isimlerinin bugün hiçbirini kullanmamamıza rağmen yine de Şubat, Nisan, Haziran, Temmuz ve Eylül aylarının
    isimlerinin kökenleri Arapça ve Süryanice, Kasım ayının ise Arapça.

    İşin daha ilginç yanı bunlardan Şubat, Nisan, Temmuz ve Eylül hemen hemen aynı telaffuzla Yahudi takviminde de yer alıyorlar. Gelin ayların isimleri ve kökenlerine bir göz atalım.

    Ocak = Türkçe (Kışın evlerde ateş yakılan yer)
    Şubat = Süryanice
    Mart = Latince (Maritus - mitolojik isim Mars'tan)
    Nisan = Süryanice
    Mayıs = Latince (Tanrıça Maria'nın ayı)
    Haziran = Süryanice
    Temmuz = Arapça / Süryanice
    Ağustos = Latince (Roma İmparatoru Augustus'un adından)
    Eylül = Süryanice
    Ekim = Türkçe (Toprağı ekmekten)
    Kasım = Arapça (Bölen)
    Aralık = Türkçe (İki zaman dilimi arası)

    • Resmi Gönderi

    Pusalalar kuzeyi gösterir mi? ^^ Bakalım Kuzeye diye gidersek nerelere yolumuz düşecek :thumbup:
    Pusulanın Kuzeyi Göstermesi
    Dünyanın kendisi, çekirdeğindeki soğumamış kısımlarından dolayı dev bir mıknatıstır. Bu büyük mıknatısın artı ve eksi uçları kuzey ve güney kutuplarındadır. Ancak bildiğimiz coğrafi kutuplarda değil. Pusulanın minik ucu tam kuzeyi göstermez, gösterdiği noktaya magnetik kutup denir.

    Pusulanın gösterdiği kuzey yönünü devamlı takip ederseniz kuzey kutbuna hiçbir zaman ulaşamazsınız. O noktadan 7 derece yani kilometrelerce uzaklıktaki magnetik kutba varırsınız ;( Olayın ilginçliği bu kadarla da bitmiyor. Bilimin kesin olarak saptadığı bir sürpriz daha var. Bu magnetik kutupların yerleri de sabit değil, zamanla değişiyor, kuzey güneye, güney kuzeye geliyor.
    Eğer elinize bir pusula alıp zaman yolculuğu yapabilseydiniz, birkaç milyon yıl önce pusulanızın kuzey gösteren ucuna bakarak seyahat edince sizi penguenlerin büyük atalarının karşıladığını, yani güney kutbuna vardığınızı şaşırarak görürdünüz :fırla:

    Magnetik kutupların niçin ve nasıl yer değiştirdikleri henüz tam bilinmiyor. Bu olayın dünyada kraterlerin oluşması, iklimlerin değişmesi, bazı canlı türlerinin yok olması gibi olaylarla yakın ilgisi olduğu sanılıyor. Bilim insanları magnetik kutupların yer değiştirmesinin 170 milyon yılda yaklaşık 300 defa tekrarlandığını, bugünkü konumuna en son 750 bin yıl önce geldiğini ileri sürmektedirler.
    Sadece magnetik kutupların yer değiştirmelerinin değil dünyanın magnetik alanının bile başlangıçta nasıl oluştuğu tam açıklığa kavuşmuş değil. Teorilere göre dünyanın merkezindeki sıvı halindeki çekirdek bölümündeki ısı, dış demir katmanlara ulaşarak dünyanın dönüşü ile beraber bir dinamo etkisi yaparak magnetik alanı meydana getirmiştir.
    Yerkürenin magnetik alanının şiddet ve doğrultusunu ölçmek için 1979 Ekiminde uzaya gönderilen 'Magsat' uydusu 3 yıla yakın görev yapıp da yanmadan önce gönderebildiği en önemli bilgi, magnetik alanının şiddetinin gittikçe azaldığı, her on yılda şiddetinden yaklaşık yüzde birini yitirdiği, böyle giderse muhtemelen bin yıl sonra magnetik kutupların yerlerinin tekrar değişebileceği bilgisiydi. ^^

    • Resmi Gönderi

    Aynen aktarıyorum,eski paylaşımım

    Sağırmahmutların odada bir kış günü yine kalabalık bir arkadaş grubu toplanmıştık..Genelde aynı kişiler olurdu ve kolay kolay kimse odada oturmayı ekmezdi..Zaten odayı yatsıdan sonra teslim alır sabah ezanında teslim ederdik büyüklere(uyuyup kalmazsak)..
    O günde olağan boğaz toplantılarını yapıp muhabbete başladık..Herkez aklına geleni anlatıyordu ama o gece nedense konu hep korku,şeytandı.Kimi babasının başına geleni,kimi dedesinin anlattığını anlatıyor ve gecenin köründe hemen hemen hepimizin gözlerinin faltaşı gibi açılmasına sebep oluyordu..Hafif korkarak biraz gülerek dinlenen anlatılan konular ''al basması''olayına çakıldı kaldı..Meğer ne kadarda bu olaya maruz kalan varmış anlatılınca anladık..Teneke sobamızın karnını tam doyurduk ve kızaran boruları saymaya başlamıştık artık..Bu kiminin uyuyacağı kimininde sohbete devam etmesi demekti..
    Saat epey ilerlemişti ve sabah okula,ağıla gidecek arkadaşlar vardı.Lambayı kapatıp yerlerimizi kaptık,uzandık..Ben, Mahmut,Rüstem,Mehmet sekide uzanmayı tercih ettik..Oda karanlık karanlık olduğundan,odayı sobanın deliklerinden çıkan ışıklar aydınlatır ve ben döşmeleri,tavanı gösteren ışıkları takip etmeyi çok severdim..O gece bir terslik vardı gene biz uyumayanlar konuyu al basma olayına getirdik dayadık..Rüstem teferruatlı anlattı,aşağıdan Nail ekledi başına geleni ve ben dilim tutulasıca''beni hiç al basmadı,başıma hiç gelmedi''dedim.Belli bir zaman geçmiş ve ben korkunç bir sıkıntıyla irkildim,uyumuş olmalıydım,üzerimde bir ağırlık ve baskı vardı.Göğüs kafesim adeta eziliyor,nefesim kesiliyordu,aklım çalışıyor ama sesim hiç çıkmıyordu.O an aklıma gelen tüm sureleri okumaya başladım,çünkü anlatılanlar o an aklımdan geçmişti,okunması gerekiyordu.Kollarımı yan tarafımda bulunan Mahmut ve Rüstem'e vurmaya çalıştım ama kollarımı,ayaklarımı oynatamıyordum ve avazım çıktığı kadar Rüstem,Mahmut diye bağırdığım halde sesimin çıkmadığını fark ettim.Sesimin çıkmadığını bile bile bağırmaya,çırpınmaya devam ettim bu çok uzun sürdü.Artık nefes alamaz hale gelmiştim,üzerinizde taşıyamayacağınız bir ağırlığın olduğunu düşünün abartmadan bir araba diyeyim işte öyle bir ağırlık.Anlatılanları düşünerek elimi oynatıp üzerimde baskısını fark ettiğim şeyi tutmaya çalıştım ama nafile..
    Artık canım çıkacak derken o ağırlık birden üzerimden,göğüs kafesimden uzaklaştı.Olduğum yerde fırladım oturdum birer yumruk ile Mahmut'u ve Rüstem'i uyardım.Yetmedi fazladan birer tane daha ekledim,hay sizin alınıza,gülünüze diyerek bağırdım.Gün ışığı görmemiş methiyelerde düzdüm hepsine ve olanları anlattım bir çırpıda,uyku mahmurluklarını atlattıklarından gülmeye başladılar..Sabah ezanına kadar yatmadık artık ve hemen ortalık aydınlanınca dağıldık.Ogün bu albasma olayını düşündüm durdum,başıma gelenleri aklım hiçmi hiç almıyordu..
    Bu olay yine aynı gün bu sefer gündüz oldu.Yine sırt üstü yatmışım olaydan sonra fark ettim.Bu sefer kısa sürdü ama ben onu yakaladım sanarak sağ kolumla sol kolumu öyle bir sıkmışımki uyanınca morarmış,tırnaklarımın izi olan bir sol kola sahiptim.Yine hareket edememe,ses kısıklığı vardı,bilinciniz tam faal çalıştığı halde vucudunuza hükmedememe olayı buradada baş gösterdi..Olayın etkisi birkaç gün sürdü ama bir daha tekrar etmedi Allahıma şükürler olsun.
    Cin peri olaylarına değinildiği zaman bende bu anlarımı anlatırım ve bilmeyenler hiçte inanmazlar.Unutmadan o günden sonra asla sırtüstü yatmıyorum.
    Bu olaylara ve oda maceralarına devam ederiz :thumbup: